ALAMANCI XOX

Sihir denen bir şey var Dünya’da… Bazen su ile suyu karıştırırsın Ayran olur, bazen de Yoğurt ile suyu karıştırırsın, adına Rakı derler… Eğer bu karışım tek ile duble arası bir yerdeyse tadına doyum olmaz. Fakat sofra ciddiyet gerektirir…

Bu yazının yeri veya sırası yok. Tamamen bir nöbet çıkışında, hatta oldukça mutluyken beni hüngür hüngür ağlatan ve İstanbul’u, Türkiye’yi, ailemi ne kadar ne kadar özlediğimi hatırlatan bir reklamla ilgili. Almanya’da çoktan çalışmaya başladım ve işyerimden çok memnunum. Her iş çıkışı ya da nöbet sonrası yaptığım gibi Türkiye gündemini takip ediyordum. Sürekli araya giren bir reklamı merak ettim. Bisikletli bir kız bir yerlere gidiyor, bisikletini kilitliyordu. Sonra da bir restoranda arkadaşlarıyla buluşup rakı içiyordu. Tam Saki rakı doldururken, az biraz daha derken reklam kesiliyordu. Bir iki gündür bu neymiş ya, vaktim olunca bakarım diye düşünürken, bugün fırsat buldum ve You Tube’a yazdım. Reklam rakı reklamıydı tahmininizce ve yaklaşık 2 saat boyunca 3 dakikalık videoyu başa sarıp izledim, bolca da ağladım, aslında sadece bir Reklam’dı… Hep söylerim, buradaki yalnızlıkla, oradaki yalnızlığı sakın karıştırmayın diye.

Özlem denen duygu, özellikle yabancı bir ülkedeyseniz gerçekten çok çarpıcı bir şekilde ve olmadık yerde ortaya çıkabiliyor ve 3 dakikalık bir reklam sizi saatlerce ağlatabiliyor. Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla Almanya’da yaşayan bir genç kadın, arkadaşlarıyla buluşup rakı içmek istiyor. Bisikletiyle mekana gidiyor ve bisikletini kilitliyor. Mekana girdiğinde arkadaşları çoktan gelmiş. Saki kadehine rakı doldururken, ‘tek’ seviyesini geçtikten biraz sonra ‘tamam’ diyor. Saki ‘İstanbul’ diyor…

Ve film orada kopuyor… ‘İstanbul mu?’….

Evet burası İstanbul, tam burası, tek ile duble arası…

Sonra mekanlar, görüntüler kafamda bulanıklaşıyor, bir taraftan da netleşiyor. Arkamda bıraktığım hayat, elde ettiğim hayat bir kefeye giriyor. Özlem ağır basıyor, sonra bir taraftan beynim koşullar daha iyi burada diyor… 15 yaş sonrası hayatımın kısa özetini görüyorum 3 dakikalık reklamda… İstanbul, sevdiklerim, ailem, Karaköy, Beşiktaş, Midye dolma, İstiklal caddesi, AKM, sarı dolmuşlar, verilen kararlar, komşunun kedileri veya sokaktaki kediler, kayıklar, Ortaköy, Nevizade, Galata Kulesi, Kız Kulesi…

Nereden başlasam bu reklam sonrası kendi hikayeme bilemediğim bir yerde, tekrar göz yaşlarına boğulmuştum. Hömküre hömküre ağlamak vardır ya, işte memlekete özlem öyle bir şeydir… Her ne kadar çocukluk çağım Sinop’ta geçse de 15 yaşından beri ablam ile İstanbul’daydım. İnsan kendini ne zaman bilmeye başlar, yaşlandıkça geçmişe dair hatırladıklarını, hatıralarını, ergenliğini unutur mu? Unutur sanırım… En azından benim için gerçek hayat İstanbul’da başlamıştı… Öncesi hala biraz hafızamda kalmakla beraber, maalesef çok yer etmedi aklımda, sabun köpüğü gibiydi 15 yaş öncesi hatıralar…

Ben Liseye giderken, ablam hem üniversite okuyup hem çalışıyordu. Hiçbir zaman onun kadar çalışkan olamamıştım. O benim için tam bir örnekti. Hayattan ne istediğini bilen, yaratıcı, hem üniversiteye gidip, hem çalışan, daha 19 yaşındayken bana kol kanat geren güvencemdi. Hayatı boyunca da hep öyle yapmıştı. Laf aramızda şimdi kendi çocuğu olmasına rağmen, hala da aynı rolü üstlenmeye devam ediyor…

Neyse gelelim reklam filmine…

Burası İstanbul, tam burası… Tek ile duble arası… Beklemediğin bir anda vurur hatırası…

Hatırlarım, bazen kaptırırdım yokuş aşağı, bazen yürüyerek, bazen arabayla… Çünkü ben şanslıydım, ablam vardı, kendine araba almıştı, ama onu anladığım kadarıyla ben rahat edeyim, ben kullanayım diye almıştı. İşe giderken arabaya ihtiyaç duymuyor, gerektiği zamanlarda bile ‘aman boşver, park yeri sorun zaten işte’ diyerek, bence bahane uyduruyor ve arabasını hep bana veriyordu. Vişne çürüğü bir Fiat Palio… Bir yıl Beşiktaş Serencebey yokuşunda, iki yıl kadar da Abbasağa Parkının kenarında oturmuştuk. Okula gittiğimde fiyakam bir yana, en çok hoşuma giden şey Serencebey yokuşundan veya Barbaros Bulvarından aşağı gitmekti. Araba ile veya yürüyerek. Özellikle sabahın erken saatlerinde İstanbul’un o müthiş sabahıyla ve martıların çığlıkları eşliğinde o yollardan geçmek bana nasıl bir huzur verirdi…

Şanslıydım… Ablam ve ailem vardı… O zamanlar çok farkında değildim belki ama şimdi bakınca çok şanslı olduğumu görüyorum… Bir dönerdim köşeyi, karşımda boğaz manzarası… İlk defa görmüş gibi kesilirdi nefesim, her defa ama her defasında…

Kimseyle İstiklal caddesinde yürürken yağmura yakalanmadım, yakalansam da kimse bana parkesini vermedi, olsun, kısmet diyelim…

İstanbul’da kayıklar arası ya da bir ön sırası çok buluşma yaptık, ama baba ve kızlar yalnız olmak kısmet olmadı, bu bir sonraki hedefim. Eskiden babam bize içmememizi, daha doğrusu az içmemizi öğütlerdi. Bir dahaki sefere her halükarda o rakı kadehleri tokuşturulacak… Bir baba ve iki kızı… İkimizin de babasıyla çok rakı kadehi tokuşturmuşluğu var tabii ki, ama bu babalar ve kızları arasında daha özel bir gece olmalı diye düşünüyorum. Bunu şimdiye kadar yapmamış olmamıza üzüldüm. Hep bir engel vardı ya da belki biz biraz çekinmiştik. Fakat maalesef bazen dünya babalarımızın istediği şekilde işlemiyor ve bizi olduğumuz gibi, itiraf etmediğimiz hatalarımızla kabullenmeleri gerekiyor. Bu konuyu ilk yapılacak işler arasına koydum, tek farkla… Bu kez sihri babamdan yana kullanacağım, su ve yoğurt karışımından oluşan benim icat ettiğim rakıyı içecek, sonrasında da tüm akşam boyunca çakırkeyif kızlarının gevşek muhabbetlerini dinleyecek. Başka şansı yok, çünkü o bir baba… Çünkü son nefesini verene kadar bizi korumak, kollamak ve her istediğimizi yapmak zorunda…  O kanatlarının yettiği kadar bizi koruyacak, biz de kollarımızın yettiği kadar onu seveceğiz, dünyanın kanunu böyle… Sonraki sefere Almanya’dan gelen kızının istediklerini yapmakla yükümlü… İstese de, istemese de… Karşıda Galata’sı, ortada salatası, benim gurbet hikayelerimi dinleyecek mecburen… Baba-kız buluşması bu… Dünya duracak ve ablamla biz konuşacağız… Çünkü babam sayesinde olduğumuz yerlerdeyiz. Baba derken burada biraz feministliğimi ortaya çıkarmak zorundayım. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır derler, katılmakla beraber hatta şunu söyleyebilirim; bazen sadece arkasında olmaz, onu yumuşatır, şekillendirir, olması gerektiği gibi bir eş ve baba haline getirir. Nokta.

Ben kadın-doğum uzmanıyım, belki o nedenle biraz da taraflı davranacağım ama bunu da burada yazmak zorundayım,… Kadın her şeydir aslında, doğuran, büyüten, küçücük çocuğa şekil veren kadındır her zaman. Ama ne de olsa kız çocukların babaya düşkünlüğü vardır biraz, maalesef bu kaprisler ondan. Bütün hayatın boyunca senin canına okuduk annem, biraz da babamı yoralım, değil mi?

Ben daha lise öğrencisi iken Anadolu yakasında otururduk. Ben okula gider gelirdim. Bu arada ablam hem Üniversiteye hem işe koştururdu. Bu kadar yoğunluğun arasında, her ay nerede fırsatı olursa, uygun bilet bulur ya AKM’de ya da Kadıköy Tiyatrosundan bilet alır, en azından ayda bir kez olsun ya operaya, baleye, ya da tiyatroya gitmemizi sağlardı. Ben Taksim AKM’den bilet bulabildiğinde çok mutlu olurdum. İş çıkışı o AKM önüne gelir, ben de okuldan çıkıp, Kadıköy’den Karaköy’e geçerdim. Sonra Tünel ile İstiklal caddesinin alt ucuna çıkar, İstiklal caddesi boyunca yukarı doğru yürürken annemin sevdiği çikolatalardan alırdım. O zamanlar Türkiye’de sanat dediğimiz şeyin, şimdilerde bu kadar zor icra edildiğini tahmin edemezdim. Ablam sayesinde Fındıkkıran’dan, Kuğu Gölü Balesi’ne kadar her şeyi izlemiştim. Ama o İstiklal Caddesi yok muydu o zamanlar… Hakikaten sanat kokardı, her metrekaresi… Baleden, Operadan çıkıp sarı dolmuşlara binerdik…

Reklamda söylediği gibi, ne kararlar verildi o dolmuşlarda, ne sohbetler geçti aramızda. Hele de köprüyü geçerken o muhteşem manzara, iliklerime kadar işlerdi. O zamanlar önceden bahsettiğim evlerde oturmuyorduk, Anadolu yakasındaydık. Serencebey yokuşunda olan evimiz, ben Üniversite kazandıktan sonra tutulmuştu. Çünkü her ikimizin karşı yakaya gidip gelmesi saçma olacaktı. Bir yıl sonrasında Abbassağa Parkının kenarında bir ev tutmuştuk. Pahalıydı biraz ama ailemin tek isteği bizim mutlu olmamız, ablamın tek isteği ise benim mutlu olmamdı. Evde 2 oda vardı. Bir tanesi izbe, rutubetli, güneş görmeyen bir odaydı, diğeri ise, Galata Kulesi’nden, Kız Kulesine kadar gören geniş bir odaydı. Ablam ‘ben zaten çok çalışıyorum, büyük odada sen kal’ diyerek müthiş manzarası olan odayı bana bırakmıştı. Reklam’da sadece bir-iki dakika görünen manzara eşliğinde ben 2 yıl kadar yaşamıştım. O manzara hala gözlerimin önünde, çünkü İstanbul tam da orasıydı… Tek ile Duble arasıydı…

Sonra Barbaros Bulvarında ailemin aldığı bir eve taşınmıştık. Evin en büyük avantajı otoparkının olmasıydı. Benim o zamanlar gördüğüm dezavantajı ise otoparktan dolayı ve komşulardan dolayı etrafta çok fazla kedi olmasıydı. Bir gün ansızın o kedilerden biri ablamla hayatımıza girdi ve hala da çıkmadı. Adını Kepçe koyduk çünkü inanılmaz büyük kulakları vardı yavruyken. Şu anda 13 yaşında ve ailemle beraber. ‘Gak’ deyince et, ‘guk’ deyince su veriliyor. Şimdilerde arka ayağı biraz aksıyor ama o İstanbul çocuğu ne zorluklar atlattık beraber. Ömrü ne kadarsa yaşayacak, eminim…

Daha büyüdüm, asistanlığımı da İstanbul’da yaptım. İstanbul diyorum ama bir o kadar da uzaktım. Aslında Halkalı’nın unutulmuş bir yerinde, o zamanlar yeni kurulan bir hastanede çalışıyordum. Gitmek, gelmek trafik nedeniyle kolay değildi ve meslek gereği çok fazla nöbet tutuyordum. Öyle ya kadın doğumcu olmak da kolay değildi. Aldığım eğitim gerçekten çok iyiydi, fakat bedelleri vardı. Zaten o bedeller aileden hep uzak kalarak ödendi bence. O zamanlar nadiren buluşur, Nevizade miydi orası, yoksa Karaköy müydü? derdik. Uzak kalmıştık ablamla birbirimizden. Aslında ne gerek vardı ki, aynı şehirde olan iki kardeştik, karındaştık. Bazen buluşup içerdik, herkes hayatından bir şey anlatırdı ama zaman hep kısıtlıydı. (Beraber dağıttığımız maalesef hiç olmadı, çünkü ikimizin de birbirine karşı sorumluluğu vardı. Bunu babamla buluşmamıza saklıyorum).  Her ne kadar ablam kendi işini yürütse de maalesef meslek icabı uzak olan bendim. Zaten sonrasında da Anadolu’nun çeşitli yerlerini gezmek zorunda kaldım. Şimdi ise yine uzakta, Almanya’dayım…

Ve bu reklam, sözde memnun olduğum hayattan beni koparıp, eskiden keşke daha fazla yapsaymışım dediğim şeyleri gösterdi. Bana İstanbul’u özletti, ailemi özletti, kısaca beni allak bullak etti.

Çünkü İstanbul tek ile duble arası, beklemediğin anda vurur hatırası. Hiç olmadık yerde ve olmadık zamanda özlettirir kendini, bir de ağlatır seni özlemi…

Şimdi hepsi anılarımda kaldı, en azından hala hafızamdalar… Tekrar İstanbul’a gideceğim ve bir tepsi midye dolma yiyeceğim, kimseye de vermeyeceğim… Çünkü ben burada bencil olmayı öğrendim.

Aile ve gerçekten aile gibi saydığın arkadaşlardan (şanslıysan 1-2) başka kimse yok hayatta. Gerisini mi, boşver gitsin…

Yeter ki biz tekrar buluşup, bir rakı içelim. Ama tek ile duble arası… Hep beraber…

ALAMANCI XOX” için bir yanıt

Add yours

Yorum bırakın

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑