(Bu yazıyı yaklaşık 3 ay önce taslak olarak hazırlamıştım, düzeltmek – kırpmak biraz zaman aldı)
ARTIK TÜRKİYE’DE DİNLENMEDİĞİMİ VE İSTENMEDİĞİMİ DÜŞÜNÜYOR(D)UM
Ve ülkem adına çok üzgünüm…
Boğaziçi’li öğrencilerin çektiği videoyu bugün iki ameliyat arasında gördüm. Videoyu sessiz sedasız bir köşede izlemiştim, altyazı vardı… Dinlemeye gerek yoktu ki, okuduklarım beni ağlatmıştı yine de. Bu kez bu gözyaşları gurbetçilikten değil, Türkiye’nin yaşanan ve bir türlü değiştirilemeyen gerçeklerinden kaynaklanıyordu. Bir taraftan ne şanslıyım buraya geldim demekle beraber, bir taraftan videonun sonunda bir annenin haykırışı beni yeniden kopardı…
Herkesin hikayesi kendine tabii ki, ama şu an karşı koymaya çalıştığımız mevcut dönüşüm aslında çoook eskiden başlamıştı…
Bu yazıya burada kendi hikayemi yazarak ara vereceğim, sonunda o annenin çığlığına değineceğim…
Sene 2008, asistan doktor olabilmek için TUS denen bir sınava girmek zorundayım. Almanya gibi bazı ülkelerde böyle bir sınav uygulanmıyor, herkes hangi branşta eğitim almak isterse alabiliyor, çünkü gelir dağılımı olması gerektiği gibi. Kimse tıp fakültesinden çıktıktan sonra eğer Pratisyen hekim olarak kalırsam ailemi geçindirmekte zorlanacağım kaygısına düşmüyor. Maalesef bilgi sahibi olduğum ülkeler Almanya ve Türkiye ile sınırlı olduğundan karşılaştırmalarımı iki ülke arasında yapabileceğim. Gidip yaşamadığım ve detaylı bilgi sahibi olmadığım yerler ile kıyaslayamayacağım. Başka meslek grupları için değişebilir tabii ki, ama benim derdim burada biraz kendi hikayemi anlatmak.
TUS denen sınav dünyanın ikinci zor sınavı olarak kabul edilir. Tüm eğitim hayatınız boyunca gördüğünüz tüm derslerden sıkı bir sınava tabi tutulursunuz. Tüm altyazılardan soru gelebilir ve aslında klinik bilginiz değil, ezber yeteneğiniz ölçülür bu sınavda. İlk girdiğim sınavda kendimi fazla zorlamamıştım. İstediğim bölüm nispeten kısıtlı bir puanla kazanılabiliyordu. Ben de yettiği kadar çalışmıştım ve kazanmıştım. Sonrasında konuyla ilgili olmayan sebeplerden dolayı memnun kalmamış ve istifa etmiştim. Tekrar Dünya’nın en zor ikinci sınavına çalışmam ve bu kez gerçekten iyi puanlar almam gerekiyordu. Hedefim çok büyüktü. Bu laftan hiç hoşlanmasam da seçilmiş öğrenciler arasından seçilmek zorundaydım. Deneme sınavlarına giriyor ve genellikle ilk 100’de yer alıyordum. Çok çalışmıştım, çok emek sarf etmiştim. Son dönemeçte TUS kampına gitmeye karar vermiştim. Artık yolun sonu görünüyordu benim için, muhtemelen sınavda da ilk 100’e girecek ve istediğim bölümü kazanacaktım. Sınava 15 gün kala sınavın iptal olduğu ve belirsiz bir tarihe ertelendiği haberi geldi. Önce inanmak istemedim, sonrasında istemesem de haberlere baktım ve gerçeklerle yüzleştim. Sözde sorular çalınmıştı ve bu nedenle sınav soruları yeniden hazırlanacaktı. İyi de soruları kim, nasıl çalmıştı? Olacak iş değildi, YÖK’ten soru çalmak kimin haddineydi? Diyelim sorular çalınmıştı, kimin çaldığını da bulabilirdik mutlaka… Bulamadık… Öylece üstü kapandı, gitti…
Hayatımdan dört ay daha gitmişti. Hiç isyanım olmadı, tekrar ne kadar gücüm kaldıysa artık yeni yapılacak sınava hazırlandım. Yine deneme sınavlarına giriyorum, performansım biraz düşmüştü ama yine de ilk 200’e giriyordum. Sınav günü geldi çattı. Sınav sırasında tuvalete gitmek bile yasaklanmıştı. Sadece sınavda tuvaletim gelir de yapamazsam, bu da benim konsantrasyonumu bozmasın diye altıma bildiğiniz bebek bezi bağlayarak sınava girdim. Bir gün önceden de yeterince emiyor mu idrarı diye denedim. Son anda hasta bezi bulamadığımız için annemin birbirine bağlayarak birleştirdiği çocuk bezleriyle sınava gittim.
Sınav sonucu ailem için güzel haber, benim için ise tam bir hüsrandı… Ben ilk 100’e, olmadı ilk 200’e oynuyordum, fakat sıralamam benim düşündüğümden çok daha aşağıdaydı. Sınav performansım kesinlikle kötü değildi, kaydırma da yapmamıştım. Deneme sınavlarına da benim gibi sınava çalışan herkes giriyordu. O zaman bu fark nereden kaynaklanıyordu. Bu işte bir terslik vardı, ama sebebini bilmiyordum. Sınavdan sonra tercihlerimi yapmış, çok istediğim bir kadın doğum kliniğine yerleşmiştim, ama benim içim yine de rahat değildi. Çünkü istediğim puana ulaşamamıştım ve bu nedenle kendimi başarısız görüyordum. Puan dağılımı benim anlamadığım yöntemlerle yapıldığı için de çok kafa yormak istemiyordum. Sonuçta ben mühendis ya da istatistikçi değildim ve istediğim bölüme girebilecektim.
Asistanlık yıllarım gerçekten birkaç ufak tefek olay dışında çok güzel geçmişti. Yaşadığım en büyük problem Ersin Arslan’nın öldürülmesinden sonra hastanenin önünde yapılan protestoya ancak yarım saatliğine katılmamla ortaya çıkmıştı. O zamanlar doktor öldürmek henüz rutine bağlanmamıştı. Arada bir sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalıyorduk ama öldürülmek nadirdi. Ersin Arslan cinayeti sonrası tüm sağlık camiası hop oturup, hop kalkmış ve ülke çapında bir greve gitmişti. Herkes her geçen gün artan şiddet olaylarından kaygı duyuyor ve bu şiddet artık sona ERSİN! diyordu. bu durumu protesto etmek hakkımızdı, başka türlü sesimizi duyuramayacaktık belli ki…
Benim bulunduğum poliklinik, ki zaten orada bir uzman doktorun gözetimi altında hasta bakıyordum, randevusu olmayan hastaları kabul ediyordu. Tüm gün boyunca poliklinikte oturdum ve acil olan hasta ile acil olmayanın ayrımını yaptım. Acil olduğunu düşündüğüm hastaları acil birime gönderdim ve hemen sonrasında acilde görevli hekim arkadaşımı arayarak bilgi verdim. Acil olmayan hastaları da randevusuz hemen bir gün sonrasına çağırdım. Bu hastalara bugün neden onlara bakamayacağımızı da ayrıntılı şekilde anlattım. Ne olacak yarın 50 değil, 80 hasta bakardım gerekirse. Amaç hastaları mağdur etmek değil, kendi mağduriyetimizi biraz olsun ifade edebilmekti. Tüm bunları da benden sorumlu olan uzman hekimin bilgisi dahilinde yaptım. Öğleden sonra hastanenin o zamanki yöneticisi polikliniğe geldi ve gerçekten kabul edilemeyecek bir uslupla, bayağı bildiğiniz yumruklar savurarak, bana dün ve bugün kaç hasta baktığımı sordu. Öncelikle karşımdaki, hastane yetkilisi kişiye, bağırmasına gerek olmadığını 3-5 dakika boyunca anlatmaya çalıştım, ama nafileydi…
Çünkü karşımda, aslında bana destek olması gereken kişi kendi sesinden benimkini duyamıyordu. Bağıran, direktif veren, ama karşısındakini dinlemeyen yönetici modeliyle ilk defa o zaman tanışmıştım. Bu ve benzer insanlarla iletişim kurmaya çalışmak yararsızdır, zaten iletişim kuramazsınız. Bunu o gün anlamıştım. Hemen sonrasında sorumlu uzman doktorum gelmiş ve sözde yöneticiyi ağzının payını vererek bir güzel göndermişti. Bizim polikliniğimizde kimse mağdur edilmemiş, sadece bir gün sonraya ertelenmişti. Ama ben asistandım, söylediğimin bir kıymeti yoktu. Karşımdaki zorba şahsiyet sadece beni asistan olduğum için sindirmeye çalışıyordu. Kimilerine göre kadrolaşma olarak adlandırılan, benim için tuhaf tuhaf insanların karşıma çıkması durumunun ilki buydu belki, ama son olmayacaktı…
Bunlar sadece benim karşıma çıkan ve aklıma gelen kısa örnekler. Benim hikayemle ilgili devamı gelecek. Şimdi o videoya döneyim. Bir Anne haykırıyordu; ‘Gittiler bu ülkeden, gittiler. Bu çocuklar üniversite sınavlarında ilk 300’e, 500’e girdi. Bunlar bu Ülkenin olmazsa olmazları. Bunlar da gidecekler…’
Ne kalacak geriye? Hiçlik…
Biz Bilim’e inanan bir nesil olarak yetiştik. Önderimiz bilimi işaret etmiş ve bu yoldan ayrılmamamız gerektiğini salık vermişti. Biz de elimizden ne kadarı geliyorsa öyle yaptık. Maalesef her şey bizim elimizde değildi…
Çok çok güzel olmuş kardiş kitosu
Virüs bulunmuyor. http://www.avg.com
BeğenLiked by 1 kişi