Sabah erkenden kalktım, ufak bir kahvaltı sonrası hastaneye doğru yola koyuldum. Yürüyerek 10 dakikada varabiliyordum. Sabah toplantısı saat 7.45’te başlıyordu. Almanya’da tüm hastanelerde sabah toplantısı yapılır, nöbetçi nöbette yatırdığı hastaları ve nöbette olan önemli olayları anlatır, iş bölümü yapılır, sonra herkes görev yerine giderdi. Ben de kısaca kendimi tanıttım. O gün doğum servisinde bir asistan doktorun yanına verdiler beni. Visit yapacak ve taburcu olması gereken hastaların son muayenelerini yapacaktık. Tabi ki ben oldukça heyecanlıydım, ne zamandır çalışmıyordum ve para kazanmayacak olsam bile ileride Almanya’da çalışmayı düşündüğüm için bu stajda öğreneceklerim çok önemliydi. Asistanı da rahatsız etmeden bazen bazı sorular soruyordum. Daha ikinci sorumdan sonra asistan arkadaşımız ölü balık gözleriyle bana bakarak, ‘şimdi sana bunu anlatamam, istersen Türkçe-Almanca sözlüğe bak’ demişti. Bilmem belki de çok anlamsız bir şey sormuştum ki sanmıyorum. Benden hoşlanmamıştı ve bu sadece geldiğim yerden kaynaklanıyordu. Beni tanımıyordu ve hakkımda hiçbir fikri yoktu. Kendi kendime ‘tamam Gökçe, zamanla düzelecek’ demiştim.
Benim gibi aynı yollardan geçmiş ve yabancı ülkelerden gelen doktorlar ne kadar anlayışlı ise, diğerleri de bir o kadar anlayışsız ve hatta kabaydı. Zaman geçiyor ama tavırlarında en ufak bir değişiklik olmuyordu maalesef. Sabahtan öğlene kadar hastaneye gidiyor, öğleden sonra Almanca kursuna devam ediyordum. Bu benim için oldukça yorucuydu. Burada fiziksel yorgunluktan bahsetmiyorum, ama hastanede de derslerde de sürekli pür dikkat olmak ve bana anlatılanları, ya da etrafımda olan biteni diyelim, mümkün olduğunca anlamaya çalışıyordum. Doğal olarak bazı şeyleri anlamıyordum. Mesela sözde iyi Türkçe bilen bir yabancı size ‘nasılsınız?’ diye sorar ve siz ‘iyiyim’ diye cevap verirseniz anlar. Ama nasılsın sorusuna ‘içgüveysinden hallice’ derseniz anlamaz. Her dilde olduğu gibi Almancada da deyimler, espriler, günlük konuşmalar vardı. Bunları ne kadar kurs alırsanız alın, hayatın içine girmeyince anlamazsınız. Tabi bu anlamama süreci devam ettikçe moralim daha da bozuluyordu.
İyi niyetlerine (?) şöyle bir örnek vereyim. Müslüman olarak yetiştirilmiş olsam da ben kendi adıma domuz eti yemekte sakınca görmüyorum. Bir öğlen ameliyat sonrası yemeğe indik. Diğer doktor arkadaşla beraber, yan yana öğlen yemeklerimizi seçtik. Ben domuz şnitzel aldım, ne aldığımı gayet de görmüştü. Yemek sırasında benim Almancamın izin verdiği ölçüde sohbet ettik. Tam şnitzelin son lokmasını ağzıma attığım sırada ‘ya ben sana bir şey soracağım, sen Müslümansın değil mi?’ dedi. Evet diye yanıtladım. ‘Ben siz domuz yemiyorsunuz sanıyordum, domuz aldın da ben de şaşırdım’ dedi. Çünkü farkında olmadan aldığımı sanıyor ve son lokmaya kadar bekleyip sonrasında beni uyararak, vereceğim tepkiyi görmek istiyordu. Ağzımdan tükürükler saçarak koşacağımı, tuvalete gidip kusmaya çalışacağımı falan sanmıştı herhalde. Madem o kadar umurunda neden almadan veya ilk lokmada uyarmıyorsun o zaman. Neyse… Ben de Müslüman olduğumu ama zaman zaman domuz yediğimi söyledim. Hevesi kursağında kaldı, beklediği tepkiyi görememişti.
Hastanede yaptığım bu stajın bana çok büyük bir katkısı oldu. Sabah toplantılarına çocuk doktoru da katılıyor, bir gün önce doğan bebeklerle ilgili bilgi veriyordu. Çok güzel Almanca konuşan 60 yaşlarında bir doktor bey geliyordu her sabah toplantıya. Yaka kartına dikkat edince soyadının Salgın olduğunu gördüm. Sonunda benim dilimi konuşan birini bulmuştum. Kendimi tanıtacaktım da müsait olduğu bir zamanı bekliyordum. Bir gün doğumhaneye bir bebeğe bakmak için gelmişti, işi bittikten sonra ben de yanında bitiverdim. ‘Kusura bakmayın, soyadınızdan anladım Türk olduğunuzu’ şeklinde başlayan konuşmada, kısaca kendimi tanıttım, tonla da soru sordum. ‘Doğru yerde miyim, burası iyi bir hastane mi başlangıç için, dil konusunda çok zorlanıyorum, düzelir değil mi?’ gibi birçok soru sordum. Bu ayak üstü konuşmadan sadece bir gün sonra İsmail Bey yine doğumhaneye uğramıştı, beni görünce ‘Cuma akşam işin var mı?’ diye sordu. Ne işim olacaktı, işten kursa, oradan da eve mekik dokuyordum, tabii ki boştum. ‘Gel cuma akşamı yemek yiyelim, seni benim hatunla da tanıştırayım’ dedi. Öyle tatlı, babacan bir tavrı vardı ki, zaten sonra görecektim, karı-koca ne kadar yardımsever, nasıl tatlı insanlar olduklarını. O zaman bilmiyordum ama bana inanılmaz destekleri olacaktı.
Cuma akşamı kurstan çıktığım gibi kararlaştırdığımız Restoranda buluştuk. İsmail bey ve eşi Sumru hanıma kısaca hikayemi anlattım. Sumru hanım da doktordu, kendi muaynehanesinde çalışıyordu. İsmail bey de emekli olmak üzereydi, sonrasındaki planları beraber Praxiste çalışmak, işleri biraz yavaşlatıp, çoktan hakettikleri emekliliğin tadını çıkarmaktı. Alex’ten de bahsettim tabii, onların da Golden Retriever cinsi köpekleri olmuş ve maalesef yaşından dolayı ölmüştü. Sumru hanım özellikle söylemişti, ‘Alex tekrar gelince, nöbetlerinde falan biz bakarız, merak etme’ diye. Daha öncesinde tanımasam da, bazı insanlar olur ya, ilk gördüğünüzde içiniz ısınır, aynı dili konuşursunuz. Gramatik olarak bahsetmiyorum, bazen Türkçe konuşup kendinizi yine Türkçe konuşan birisine ifade edemezsiniz, frekans aynı değildir. Sumru hanım zaten hikayemi anlatırkenki ses tonumdan, bazı yerlerde gözlerimin dolmasından beni anlıyordu. Çok bunaldığım bir zamanda karşıma çıkmışlardı. Staj iyi olacak derken, kendimi yoğun bir tempoya sokmuştum, staj yüzünden Alex’i Türkiye’de bırakmıştım ve sözde hayallerimin hastanesinde bulduğum staj imkanı beni memnun etmekten çok uzaktı. ‘Ben burada istenmiyorum ve buraya ait değilim’ duygusu yine hortlamış beni ‘bu iş olmayacak herhalde’ noktasına getirmişti. Daha önce dediğim gibi ben fiziksel olarak pek rahatsızlanmam ama duygusal olarak gereğinden fazla hassasım sanırım. İşte tam da karamsarlığın üstüme kara bulut gibi çöktüğü bir zamanda tanışmıştım onlarla. Dediğim gibi çok desteklerini gördüm. Sumru hanım inanılmaz enerjisi olan bir kadındı. Hatta zamanla onu gerçekten arkadaş gibi görmeye başlamış, her aldığım ilk iyi haberde hemen onu aramaya başlamıştım. İlerleyen yazılarda detayları, bana nasıl yardım ettiklerini anlatacağım.
Akşam yemekten sonra kocaman bir ‘oh’ diyerek eve dönmüştüm. Bir akşam da olsa beni anlayan insanlarla bir arada vakit geçirmek nasıl da iyi gelmişti.
Kasım 2019 böylece koşturarak geçti. Aralık ayında ailemize yeni bir birey katılacaktı. Ablamın doğumu yaklaştıkça hepimiz heyecanlanıyorduk. Verda 2 Aralık günü sezaryen ile doğuma karar vermişti. Tam bu sırada Cerrahpaşa kadın doğum biriminin taşınması gündeme gelmişti. Taşınma tam doğum yapacağı günlere denk gelirse, doğumhane, ameliyathane kapalı olacaktı. Verda ile beraber ‘B’- ‘C’ planları üstünde konuştuk. Umarım aksilik olmayacaktı ama olursa da arkadaşım zaten bütün olasılıkları hesaplamıştı. ‘Ben söz verdim, benim hastam. Zaten çok güzel bir ilişki geliştirdik. Nerede olursa olsun doğumunu ben yaptıracağım, sen hiç kafanı yorma, ben her şeyi planladım’ demişti. Sizin endişelerinizi sizden daha iyi anlayıp, ‘eyvah, ne olacak şimdi?’ dediğinizde, zaten her konuda düşünüp, taşınıp, alternatif çözüm planıyla gelen dostlarınızın olması ne kadar önemli anlatamam. Bu iş Verda’daydı ve ben ona gözüm kapalı güveniyordum. 10 gün sonra doğum olacaktı, nerde nasıl olacağına da bakacaktık.
İnsanın hayatında ona destek olacak insanlar bulunması gerek. Verdiği desteği koşula bağlamadan, her cümlenin sonuna koca bir ‘AMA’ koymadan konuşan dostlar gerek. Defalarca bu konuda kendini çoktan ispat etmişti zaten Verda. Şehir olarak genelde uzak olsak da, hep yanımdaydı. Benim için önemli olan şeyler, onun için de önemliydi. Ablamın doğumu, ailemize yeni katılacak minik varlık, hayatımda yaşayacağım en önemli deneyimdi. Ablamla bebeğinin buluşmasının mükemmel olmasını, her şeyin onun için müthiş konforlu olmasını istiyordum. Zaten her şey de çok güzel olacaktı…
Bir Cevap Yazın