Mayıs ayında memnun olmasam da gittiğim kursa devam ediyordum. Tüm kurs ücretini peşin ödemiştim ve vazgeçersem en az bir aylık kurs ücreti yanacaktı. Son şans diyordum kendi kendime. En son derste bir dinleme alıştırması yapacaktık. Bir metin dinletiliyor, sonrasında konuyla ilgili soruları cevaplandırmamız gerekiyordu. Öğretmen ikinci dinleme sonrası, ‘anladınız mı, sorulara geçelim mi?‘ diye sordu. Herkes anlamıştı, 25 kişilik sınıfın içinde ‘Gökçe, sen de anladın mı?’ diye bana ekstra sormuştu. Şimdi anlatırken, ‘e ne var bunda’ diyebileceğiniz durum, benim o zamanlar tahammül sınırımın üstündeydi maalesef. Kursta eksik olmam benim değil, onların suçuydu. Yapılan gerizekalı muamelesine katlanamıyordum, çünkü öyle olmadığımın birçok ispatı vardı geçmiş hayatımda. İyi okullarda okumuştum, belki sınıf birinciliklerim falan yoktu, ama tıp fakültesi kazanmıştım. Dünya’nın en zor ikinci sınavı olarak bilinen TUS’u iki defa kazanmıştım. Eğer öğrenme zorluğu yaşıyorsam, ya en başta yaptıkları değerlendirme testi sorunluydu, ki öğrencinin konuşma seviyesini ölçmeden, onun bir kura yerleştirilmesini doğru bulmuyorum, ya da öğretemiyorlardı. Tabi o zamanlar ben salağım o yüzden öğrenemiyorum tribine girmiştim çoktan. Türk öğrencilerin dil öğrenme konusunda özellikle Avrupa’dan gelen öğrencilere kıyasla biraz daha başarısız olduğunu söyleyebilirim, en azından benim gözlemlerim bu yönde. Çünkü 7 yaş itibari ile içinde bulunduğumuz eğitim sistemimiz yanlıştı. Bizim eğitimimiz ezbere dayalıydı. Sınıfta sorulan sorulara yanlış cevap verdiğinizde alacağınız en iyi tepki dudak bükülmesi, dahası ufak bir fırça, daha da ilerlersek aşağılama, hatta köteğe kadar giderdi sonu. Biz yanlış yapmaktan korkarak, daha kötüsü utanarak eğitim almıştık. Bu nedenle sınıfta yanlış yapmaktan çekiniyor, yanlış yapmak yerine susmayı ve konuşmamayı yeğliyorduk genelde. Oysa ki öğrenmenin en kolay yolu hata yapmaktı. O hatalar derste yapılacaktı ki, günlük hayatta tekrarlanmayacaktı. Ama 30 yıldır iliklerime kadar yerleşmiş olan bu algıyı değiştirmem maalesef çok zordu.
Kurs bu kadar berbat giderken, ay sonu Aybike ve Miray beni ziyarete geleceklerdi. Aybike ile liseyi beraber okumuştum, Miray da yine aynı liseden Aybike’nin bir alt sınıftaki kardeşiydi. Lise yıllarında benim için Aybike’nin kardeşi olan Miray, sonrasında aynı ablası gibi benim dostum olmuştu. Burada yine aile kavramına değinmeden geçemeyeceğim. Atasözlerinden devam edelim; ‘Eğitim evde başlar’ ve daha siz okullara falan gitmeden en önemli eğitim evde verilir. Bu eğitim içinde basit muaşeret kuralları, insan ve hayvan sevgisi, diğer insanlara nasıl davranmamız gerektiği ve farlı bakış açılarına saygı duymamız gerekliliği anne baba tarafından öğretilir. Bu eğitimi iyi almış çocuklar ileriki hayatlarında sağlam karakterli olur. İşte gelecek bu iki dostum sağlam karaktere sahip insanlardı, beraber geçirdiğimiz 22 senede bunu defalarca deneyimlemiştim.
Geldikleri gibi bende bir şeylerin yolunda gitmediğini görmüşlerdi zaten. Miray ‘Gökçe sana ne oldu, bu sen değilsin. Benim tanıdığım Gökçe bu sorunlara güler geçer ve bir çözüm bulur’ demişti. Sonra da sana çok mu yüklendim diye üzülmüştü bir de kendi kendine. Kesinlikle doğru söylüyordu, ama ben yaşadığım travmalar sonrası (ev bulamama, istenmiyorum duygusu vs.) bir türlü kendimi toplayamıyordum. Burada beni tanıyan kimse yoktu, kendimi anlatabileceğim ortak bir dilim yoktu, dil öğrenmek için tonla para ödediğim kurs gerçekten çok kötüydü ve ben çoktan ‘ben bu işi başaramayacağım’ moduna girmiştim. İki kardeş beni aldılar, silkelediler, biraz da azarladılar. Ama dost acı söylerdi ve sonuç olarak beni biraz kendime getirdiler. Seviliyordum, sadece sevdiklerim uzaktaydı, ama bana güvenleri tamdı. Sadece hayatımda yolunda gitmeyen ve bana mutsuzluk veren şeyleri değiştirmem gerekiyordu, bunu en başında da gittiğim berbat kurs geliyordu. ‘Düsseldorf’ta en iyi kurs hangisi?’ diye sordular. Kesinlikle Goethe İnstitut’tü bu sorunun cevabı. Ama çok pahalıydı, mevcut paramın bana iki sene yetmesi gerekiyordu, o nedenle Goethe’ye gitme işini belki mevcut kursa alışırım diyerek ertelemiştim. Aslında mevcut kursta her kuru iki defa tekrar edip, üstüne yine de istediğim gibi bir eğitim almıyor olmamı hesaplarsak, bu kursta devam etmek maddi olarak da zararıma işliyordu. Sonunda iki kardeş beni kulağımdan tutup Goethe’ye götürdüler. Ben bir sorayım derken, hocam eti senin kemiği bizim diyerek beni oraya kayıt ettirdiler. Sonra da eski kursa gidip ne kadar parayı geri alabileceğimi beraber soralım diye bana eşlik ettiler. Söke söke alacaktık kalan parayı da.
Kurs değiştirince bir ‘OHHH’ dedim. Goethe’de kur yerleştirme yazılı sınavı sonrası, konuşmanız da değerlendiriliyordu. 4 ay önce başladığım yerdeydim, yine B1+. Kısaca eski kursumun bana maliyeti 2.000 Euro ve tonla psikolojik sıkıntı olmuştu. Ama bir türlü cesaret edemediğim bu adımı elimden tutup bana attırmışlardı. Bir de ben sınavdayken evimi köşe bucak temizlemişler, ev düzenli olunca senin de moralin daha iyi olur demişlerdi.
İnsanın siz konuşmadan ne sıkıntınız olduğunu anlayabildiği dostlara sahip olması çok önemli. Ben ‘hık,hık’ diyordum, ama onlar benim asıl derdimin ne olduğunu biliyorlardı. Geldiler, beni düzelttiler, bozulan yerlerimi onardılar ve geçirdiğimiz 5 muhteşem gün sonrası ‘gözüm üstünde’ diyerek gittiler. Ben ise yeniden mücadele gücüne kavuşmuştum, tekrar kendime daha yakın bir şey olmuştum. Onlar ailedendi ve AİLE dediğimiz şey ne kadar uzakta olursa olsun sizi asla yalnız bırakmazdı.
Yeni kursa başladığım ilk gün, öğretmen bir giriş konuşması yapmış ve bu konuşma içinde ‘lütfen hata yapın, hata yapmazsanız öğrenemezsiniz’ demişti. Evet ben kesinlikle doğru yerdeydim.
Aybike ve Miray’ın gelişi benim için bir dönüm noktasıydı. Almanya’da bu yazıyı yazarken yaşamış olduğum 3-4 dönüm noktasından ilkiydi. Tam ‘ben bu işi yapamayacağım galiba’ dediğim anlardan birinde gelmişler, bana destek olmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardı. Çünkü beni tanıyorlardı. Tanışıklıktan bahsetmiyorum, ruhumu biliyorlardı. Kırgınlıklarımı, nelerden korktuğumu, kendimce başarı ve başarısızlık kriterlerimi, neye ihtiyacım olduğunu biliyorlardı. Aslında Aybike o zamanlar evlilik hazırlığı yapıyordu, gelişi kendi açısından biraz zamansızdı. Ama gelmeden önceki konuşmalarımızda sesimden anlamıştı, desteğe ihtiyacım vardı. Bu yazıları okudukça, tabi hala okuyorsanız, bunu defalarca tekrarlayacağım, ben Almanya’da bencil olmayı öğrendim diye. Bazı arkadaşların, arkadaştan öte aile olduğunu, bazılarının ise üstü çizilecek birtakım isimler olduğunu yaşayarak öğrendim. Yine söylüyorum, benim kin çipim eksiktir, kimseye sonrasında da neden böyle yaptın demem, sadece durumu yeniden değerlendirir, bana ayıracak beş dakikası olmayan insanları kafamda ve gönlümde yeniden sınıflandırırım, onları olmaları gereken yere koyarım, fazlasına değil. Hayat her zaman umduğumuz gibi gitmiyor, herkesin hayatına amaçları değişiyor. Hayatlar ayrılmış, bizi farklı yerlere götürmüştür diye düşünürüm. Öyle ya, insanların öncelikleri belli nedenlerden dolayı değişebiliyor. Ama benim 20 küsürüncü sırada olmaya artık çok tahammülüm kalmadı. Bu da yeni öğrendiğim ve uygulamaya çalıştığım kriterim.
Aradan çok zaman geçti, şimdi burada yavaş yavaş düzenimi kurdum. Maalesef hala yüzyılın pandemisi içindeyiz ve atla gel deyince gelinemiyor. Ama olsun bu da geçecek, Aybike ve Miray ile buraların tozunu attıracağız.
Ben şimdilik o günleri bekliyorum ve hikayeme bir sonraki bölümde devam ediyorum.
Ama iyi ki varsınız…
Harika olmuş. Kalemine sağlık Gökçik.
iPhone’umdan gönderildi
BeğenBeğen
Gökçe yaşadığın olumsuz olaylara üzüldüm ama senin tüm bu zorlu koşuları aşıp başaracağından emindim.belki bir gün almanya da yine acil bira söyleriz. her şey o güzel gönlünce olsun
BeğenBeğen
Yaparız abi, hem burda çeşit çok🤣🤣
BeğenBeğen