Bu hikaye çoook uzun sürecek. Kimsenin sonuna kadar okuyabileceğini düşünmüyorum, ama umurumda değil, keyfiniz bilir. Almanya’da daha önce bildiğim fakat hayatımda bir türlü uygulayamadığım bir şey öğrendim. Bencil olmayı… Bu yazıyı sadece kendim için yazıyorum.
Hikaye’nin başlangıcı tam nerede ben de bilmiyorum ama, biz sağlıkçıların yurtdışına gidenlere özendiği, herkesin Almanya’da, Amerika’da yaşamak istediği bir gerçektir, ama cesaret edebilen oldukça azdır. Nedeni memleketi az sevmek, çok sevmek meselesi değil, yıllardır yanlış uygulanan sağlık politikası ve ezilmişliğimizdir. Bilerek değersizleştirildik, okumuş cahile kırdırıldı. Sen benden daha mı iyi bileceksin diyen bir hasta popülasyonu peydah oldu. Hastalar bir taraftan, yöneticiler bir taraftan canımızdan bezdik. İş yükü, çalışma saatleri, saygısız hastalar… Şikayet edildik, taciz edildik, dayak yedik hatta öldürüldük, kimsenin gıkı çıkmadı. Bu yazıyı yazdığım bu günlerde ise durum o zamankinden çok daha kötü. Bir de üstüne bitmeyen Pandemi çıktı. Türkiye’de sağlık çalışanları daha da perişan oldu. İnsanlar ailelerini görmeden, fazla mesai yaparak, müthiş bir özveri ile çalıştılar. Sonuç ne oldu; 2 gün alkış, 3. gün kötek. Covid nedeniyle ölen sağlık çalışanı konusunda da rekora doğru koşuyoruz, ama meslek hastalığı değil. Hastanede çalışıp, riskli hastalarla yakın temas halinde çalıştıkları için değil, çalışmadıkları boş zamanlarında birbirleri ile mesafeyi koruyamadıkları için hastalanıyorlar çünkü. En azından bir valimizin görüşü bu yöndeydi.
Neyse bu konulara girersem, çıkamam. Ben hikayeme başlayayım yavaştan.
Sene 2018’di, Bolu’da çalışıyordum, doğu görevinden sonra büyük hayallerle geldiğim Bolu’da da maalesef aradığımı bulamamıştım. Mutlu değildim. Artık meslekten o kadar umutsuzdum ki, açıköğretim Adalet okumaya falan başlamıştım yani. Önümde 4 seçenek vardı. Birincisi yan dal sınavına hazırlanmak, ki bu hazırlık öyle sanıldığı gibi kolay değildir. 6 ay kadar eve kapanıp deli gibi ders çalışmak gerekir, sonrasında en az 3 yıl olmak üzere tekrar asistanlık yaparsınız. Bu da nöbet ertesi izniniz olmayacak ve tekrar asistan maaşı alacaksınız anlamına gelir. Bu kısım çok önemli değil, ama sonrasında tekrar mecburi hizmete gitmeniz gerekir, bu da en az 2 yıl sürer. Yani istediğim şehirde ve istediğim koşullarda yaşayabilmek için, 5-6 yılımı bu uğurda harcamam gerekecekti. Sınavın ne kadar adaletli olduğundan bahsetmiyorum bile. Değer mi dedim, yok değmez. İkinci alternatif, istifa edip özel bir hastanede çalışmak. Olabilir, en azından yaşadığım şehri seçerim, en azından aileme yakın olurum. Ama tabii Türkiye’de artık insanlar doktorlarını instagram hesaplarına göre seçmeye başladılar. Çünkü ne kadar takipçisi varsa, kişi o kadar iyi doktor oluyor bizim topluma göre. Pahalı eşyanın kaliteli olduğunu düşünen bir zihniyet takipçi sayısına göre de doktor seçer, normal. Önemli olan hekimin bilgisi değil, doğumunuzdan sonra sizinle ne kadar güzel fotoğraflar paylaştığıdır çünkü. Birçok özel hastanenin sosyal medya yöneticisi olduğunu da belirtmek isterim. Peki ben yapabilir miydim acaba, ‘bakın size bugün Büşra bebeğin doğum hikayesini anlatayım, bizi çok bekletti, ama sonunda geldi küçük melek’ rolünü. Hayır yapamazdım, hayatımda hiçbir zaman olmadığım biri gibi davranmadım ve şu anda Türkiye’de olan bu durumu doğru bulmuyorum ki bununla ilgili daha önce bir yazı yazmıştım. Üçüncü seçeneğim meslek değiştirmekti, 2 sene Adalet okuyup, daha sonra Hukuk Fakültesine geçiş yapabilirdim. Ama olmayan bir şeyin okulunu okuyup, daha sonra tekrar hayal kırıklığına uğramak için 4 sene harcamak istemedim. Son seçenek yurtdışına gitmek ve şansımı denemekti. Olursa ne ala, olmazsa da 2 sene yurtdışında yaşadım, bir dil daha öğrendim der, sonra da yine devlette, mümkünse küçük bir ege kasabasında hayatıma devam ederdim. Ne kaybederdim, para ve sadece 2 sene. Bana en mantıklı gelen çözüm bu oldu.
Peki hangi ülke? Birleşik Arap Emirlikleri, Amerika, Kanada, İsveç, Almanya. 5 seçenek vardı. Amerika ve Kanada’yı kafadan eledim, aileme o kadar da uzak olmak istemiyordum. Nokta. Avrupa mı, Ortadoğu mu? O zamanlar bir doktor arkadaşımın bana verdiği aklı hiç unutmuyorum. ‘Sen yüzünü batıya dön’. Ortadoğu’da bayan bir kadın doğumcu olarak çok iyi para kazanabilirdim belki. Ama para için mi yaşıyorsunuz, yoksa para bir araç mı? Benim için öncelik hiçbir zaman çok para kazanmak olmadı, ben huzur arıyordum. Peki seçenekler ikiye indi, düşünüp dedim ki, Türkler zeki insanlardır, eğer bu kadar Türk İsveç yerine Almanya’ya gidiyorlarsa vardır bir bildikleri, daha kolay olsaydı eminim İsveç ‘e akın ederlerdi dedim ve Almanya fikri kesinleşti. Tabii ki Almanya’da Üniversite’den beri tanıdığım 20 yıllık arkadaşımın ve kuzenlerimin olması da çok önemli bir faktördü. Başlangıç’ta mutlaka zorlanacaktım ve orda bana destek olabilecek birileri vardı, hem de ne destek…
Ama bir sorunum daha vardı. İki kedi ve bir köpek annesiydim. Giderken kedileri bir arkadaşıma, anneme bırakabilirdim. Kedi bakmak kolaydır ama köpek bir başkasına emanet etmek için çok büyük bir sorumluluktu. Alex’i bırakamazdım. Tam bu noktada can arkadaşım imdadıma yetişti. ‘Sen sakın onu kafana takma’ dedi. Kendisi 8 senedir Almanya’da yaşıyordu. Artık düzenlerini kurmuşlar, eşiyle beraber bahçeli bir ev almışlardı, hatta bir tane de köpekleri vardı. Bana ‘hayatını değiştirmek için çok büyük bir adım atıyorsun, sen köpeğini hiç düşünme, zaten biz ikinci köpeği almayı düşünüyorduk. Alex bizde kalır. Sen de Düsseldorf’ta bir ev tutarsın, hafta içleri orda kalır, hafta sonları bize gelir, istediğin gibi görürsün köpeğini. Düzenini oturtunca da tekrar alırsın’ dedi. Beni o kadar rahatlatmıştı ki bu söyledikleri, kendisiyle, eşiyle defalarca konuştum, ‘emin misiniz, size yük olmasın Alex?’ dedim, kesinlikle çok eminlerdi. Başlangıçta bir öğrenci evinde (2-3 öğrencinin beraber yaşadıkları evler oluyor burada) kalmak, dil öğrenmek için çok avantajlı olurdu benim için. Ne güzel hayallerim vardı. Ailem tam destek arkamdaydı, kapı gibi arkadaşım, Düsseldorf’a çok yakın oturan iki de kuzenim vardı. Ben bu dil işini çok çabuk halledecektim.
Hemen sonrasında Eylül ayında Almanya’ya gittim. Hem kuzenim evlenecekti, düğününe katıldım, hem de arkadaşımın önerdiği Almanca kursuna kayıt yaptırdım. Vize alabilmek için Almanya’da dil okuluna kayıt olduğuma dair bir belge mutlaka lazımdı. Düğün ayrı bir keyifliydi, yıllarca görüşememiş tüm kuzenler, en küçük kuzenimizin evlenmesi vesilesi ile bir araya gelmişti. Döndüğüm gibi hemen konsolosluktan randevu ve vize başvuru süreci başladı. Bu arada ben hala devlet hastanesinde çalışıyordum. Aslında gidiş amacım dil eğitimi olduğu için, ücretsiz izin alarak gitme şansına sahiptim. Diyelim işler yolunda gitmedi, ya da ben sevmedim Almanya’yı, en azından döneceğim yer belli olurdu. Zaten vizeyi de en fazla bir yıl alabiliyordum, sonrasında tekrar Türkiye’ye dönüp vize değiştirmem gerekiyordu, o süre içinde de çalışmış olurdum. Tabi ben o zamanlar öyle olduğunu sanıyormuşum, neyse. Bağlı olduğum kurumun Başhekimi ile tüm detayları konuştum. ‘Muhtemelen onay çıkmaz ama siz yine de dilekçe ile başvurun’ dedi. Eğitim amaçlı istediğim 1 yıllık ücretsiz izine yazılı olarak ‘Çalışmakta olduğunuz branştaki Hekim sayısının azlığı nedeniyle ücretsiz izin talebiniz reddedildi’ şeklinde cevap aldım. Hekim sayımız azdı sözde ama başka illere görevlendirme ile doktor gönderiyorduk. Enteresan… Hatta o sırada ailem, itiraz et falan dedi ama, ben biraz daha kaderci davrandım. Aslında bunu şöyle açayım. Daha önce Doğu’da çalışırken, mecburi hizmetim bitmişti ve yine doğuda bir özel hastane ile el sıkışmıştım. Temmuz ayı sonunda istifa edecek, ağustos ayında uzun bir tatil yapacak ve 1 eylülde de iş başı yapacaktım. Hangi Temmuz olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. İzinler, İstifalar kabul edilmedi ve 350 günlük mecburi hizmetim, mecburen 600 küsür güne uzadı. Benim bir kere ağzım yanmıştı bu işten. Dedim ‘ne bileyim, OHAL olur, olmaz ya, Bolu’da deprem olur, il bazında OHAL ilan edilir, çat diye işinin başına dön derler, bütün planlarım mahvolur’ dedim. Ne kadar doğru bir karar vermişim. O zamanlar yüzyılın Pandemisine denk geleceğimi bilmiyordum tabii. Derler ya ‘her işte bir hayır vardır’, öyleymiş, sadece nerden baktığımız önemli. Ocak 2019’da Almanya’ya gidecektim, aralık ortasına kadar başhekim’e Bolu’da çalışmaya devam edeceğim sözünü verdim. Ekim ayı sonunda hiçbir hukuki dayanağı olmayan bir whatsapp mesajı ile Kasım ayında Düzce’ye gitmeme karar verildiğini öğrendim. Geçen ay kura çekmiştik, yine kura çekelim, bana çıkarsa giderim dedim. Ama o zaman buna karar veren başhekim yardımcısının çok sevdiği bir karakter değildim maalesef. ‘Ben öyle karar verdim, öyle olacak’ şeklindeki yaklaşımına, ertesi gün istifa dilekçesi ile yanıt verdim. Ben Bolu’da çalışırım demiştim. Hani ‘illa giderken küstüreceksiniz’ lafı vardır ya, başarmışlardı. Neyse…
Kasım ayının faciası kedim Felix oldu. Kasım ayının başlarıydı, evden gitti ve bir daha geri dönmedi. Ölüsünü, dirisini günler, gecelerce aradım. Yoktu… uzun zamandır keyfi de yoktu, biliyordum, ama ölmeye gittiğini bilmiyordum.
Aralık ayının faciası ise kayak kazası oldu. Bolu’daki son günlerimdi artık, 5 gün içinde evi boşaltacaktım. Artık uzun süre kayak yapamam, fırsat buldukça Kartalkaya’ya gideyim derken, taşınmama 5 gün kala düştüm ve ön çapraz bağımı zedeledim. 20 gün sonra Almanya’ya gidecektim ve değnekle yürüyordum. Ama olsun, çünkü her işte bir hayır vardı. Şimdi bakıyorum da, iyi ki öyle olmuş…
Bir Cevap Yazın